Ekonomik büyüme, uzun zamandır tek bir şeyle eşdeğer: başarı. Ancak artık bazı ülkeler ve ekonomistler, “büyümemek” fikrini tartışıyor. Peki, bu ütopya mı, yoksa krizlerin dayattığı yeni bir gerçeklik mi?
Küresel çapta yaşanan durgunluk, sadece rakamlarda değil, sokaktaki insanda da hissediliyor. Gıda fiyatları artıyor, kiralar yükseliyor, ücretler sabit kalıyor. Merkez bankaları faizle oynayıp istikrar sağlamaya çalışıyor ama insanların satın alma gücü her geçen gün düşüyor. Buradaki sorun, büyümeye olan kör bağlılık olabilir mi?
Yeni nesil ekonomi teorileri, refahın sadece “çok üretmekle” değil, adil paylaşmakla sağlanabileceğini savunuyor. Ekolojik tahribat, gelir eşitsizliği ve kaynakların tükenişi gibi sorunlar büyümenin karanlık yüzünü gösteriyor.
Sanayi devriminden bu yana büyüme, ülkelerin siyasi meşruiyetinin bile temel göstergesi oldu. Ancak bu çizgi artık sorgulanıyor. Zira büyüme, aynı zamanda borçlanma, kaynak tüketimi ve sosyal ayrışma anlamına da gelebiliyor. Sürdürülemez bir kalkınma modeli, uzun vadede refah değil; kırılganlık üretir.
İşte tam da bu noktada “post-growth” ya da “degrowth” kavramları gündeme geliyor. Bu yaklaşımlar, daha az üretmeyi, daha az tüketmeyi ve kazanımların daha adil dağıtılmasını öneriyor. Çünkü herkesin her yıl daha fazla harcaması gerektiği bir sistemin hem ekolojik hem de sosyal olarak çökmesi kaçınılmaz.
Soru basit ama cevap karmaşık: Ekonomi, daha çok kazanmak için mi vardır, yoksa yaşam kalitesini artırmak için mi? Bugün birçok gelişmiş ülke bile ekonomik büyümeye rağmen mutsuz, yalnız ve güvencesiz bireylerle dolu. Demek ki artan sayılar, eşitlenmeyen hayatlara dönüşmüyor.
Belki de yeni ekonomi, “daha azla daha iyi”nin mümkün olduğunu anlatmalı. Belki de küçülmek, korkulacak bir şey değil; temizlenmek, sadeleşmek ve yeniden inşa etmek anlamına geliyordur.
Bu yeni perspektif, bize şunu hatırlatıyor: Ekonomik başarı sadece sayılardan ibaret değildir. Gerçek başarı; bir çocuğun eğitim alabilmesi, bir annenin sağlık hizmetine ulaşabilmesi, bir gencin geleceğe umutla bakabilmesiyle ölçülür.
Dolayısıyla mesele büyümek değil, büyürken kimleri ezdiğimiz, neyi kaybettiğimiz ve hangi bedelleri ödediğimizdir. Ve belki de artık sorulması gereken soru şudur: “Daha fazlası”nın gerçekten bize yettiğinden emin miyiz?