02 Temmuz 2025 Çarşamba
Taylan Auban Yazdı... Seraser Fine Dining Restaurant: Zamanın ve Lezzetin Sessiz Ustası
Alevlerin Gölgesinde Kalan Gerçek: Türkiye’nin Görünmeyen Krizi
Aşıklar Şelalesi’nde Örnek Uygulama: Doğayı Temizleyene Ücretsiz İkram
Yavaşlayan Ekonomi: Büyümemek de Bir Seçim Olabilir mi?
Plastik Poşet Değil, Geleceğimiz Parçalanıyor
Son haftalarda batı illerimizi saran orman yangınları sadece doğayı değil, ülkemizin en derin yaralarını da açıyor. Resmi açıklamalar sayıların azaldığını söylese de, gerçekler çok daha karanlık. Yangınların ardındaki ihmaller ve üstü örtülen sorumluluklar, bir krizin buzdağının sadece görünen yüzü.
İzmir’de tahliye edilen 50 binden fazla vatandaş, sadece fiziksel değil psikolojik bir göçle karşı karşıya. Peki, medyanın büyük kısmı neden bu trajediyi gerçek yüzüyle göstermiyor? Yangınlar sıradan bir doğal afet değil; bir yönetim ve iletişim felaketinin maskesi.
Ekonomik göstergeler ise krizin sadece alevlerden ibaret olmadığını anlatıyor. Enflasyonun yükselişi ve işsizlik rakamlarının artışı, geniş halk kesimlerinin refahının nasıl hızla eridiğinin sessiz tanıkları. Merkez Bankası’nın önümüzdeki faiz kararı, piyasalardaki belirsizliği daha da derinleştiriyor; zira yatırımcı güveni paramparça.
Borsa İstanbul’un bugün hafif bir yükseliş kaydetmesi, yüzeyde umut gibi görünse de, bu balonun ne kadar dayanacağı belirsiz. Yükselişler çoğunlukla dış manipülasyon ve kısa vadeli spekülasyonların ürünü; kalıcı bir ekonomik iyileşmeden uzak.
Uluslararası arenada ise İsrail-Hamas çatışmasının gölgesinde yükselen tansiyon, Türkiye’nin diplomatik konumunu sınarken, iç politikada milliyetçi söylemlerin körüklenmesine zemin hazırlıyor. Bu, toplumun bölünmüşlüğünü derinleştiren, kutuplaştıran bir atmosfer yaratıyor.
Peki, tüm bu kaosun içinde halk neyi gerçek, neyi kurgu olarak alıyor? Medya, çoğu zaman sahte aydınlanmanın, manipülasyonun aracı haline gelirken, gerçekler karanlıkta kalıyor.
Bu kritik eşikte, Türkiye’nin geleceğine dair gerçek sorular sorulmalı. Yangınların, ekonomik buhranın ve jeopolitik gerilimin altında yatan görünmeyen güçler kimler? Gerçek yüzü görmek isteyenler için perde yavaşça aralanıyor.
Ciudad Juárez’in sakin bir mahallesindeki krematoryumdan yayılan keskin koku, bölge halkının huzursuzluğunu artırmıştı. Yapılan şikâyetler üzerine polis ekipleri tesise baskın düzenlediğinde, önce 60 kadar mumyalanmış ceset bulundu. Devamındaki günlerde sayı 383’e yükseldi. Cesetlerin bir kısmı yıllar öncesine, bir kısmı ise aylar öncesine dayanıyordu. Ortak noktaları ise aynı odalarda üst üste yığılmış, hiçbiri yakılmamış ve çoğunun kimliksiz olmasıydı. Olayla ilgili açıklama yapan yetkililer, ölüm nedenlerinin büyük ölçüde doğal olduğunu, işkence veya şiddet izine rastlanmadığını duyurdu. Ancak olayın boyutu büyüdükçe, kamuoyundaki sorular da derinleşti.
Adli tıpta yaşanan sistemsel çöküş mü söz konusuydu, yoksa bu olay buzdağının yalnızca görünen kısmı mıydı?
Saklanan Sadece Cesetler Değildi
Meksika’da 2006 yılından bu yana süren kartel savaşları ve militarizasyon politikaları, ülkedeki adli sistemin çöküşünü tetikledi. Resmî verilere göre 127 binden fazla kişi kayıp. Bunların büyük kısmı göç yollarında, kırsalda ya da şehirlerin kenar mahallelerinde iz bırakmadan yok oldu. Ciudad Juárez’deki bu krematoryumda bulunan cesetlerin önemli bir kısmı kayıt dışıydı. DNA testlerini zorlaştıran mumyalanma işlemi, cesetlerin bilinçli şekilde kimliksizleştirilmiş olabileceği ihtimalini gündeme taşıyor. Kimi gözlemciler, bu durumun sadece ihmalle açıklanamayacak kadar düzenli ve uzun süreli olduğunu savunuyor.
Bazı cesetlerin 3-4 yıldır orada olduğu, bazılarının ise yakın zaman önce getirildiği tespit edildi. Bu durum, krematoryumun yıllardır bilinçli şekilde bir “ara istasyon” gibi kullanıldığı şüphesini doğurdu. Bu kişiler kimdi? Göçmen mi, kaçırılan siviller mi, yoksa belgelenmemiş devlet operasyonlarının kurbanları mı?
Ruhsatlı Karanlık
Krematoryumun resmi ruhsatlara sahip olması, olayı sıradan bir yasa dışı işlemden çıkarıyor. Yetkililer tesisin yasal yükümlülüklerini yerine getirmediğini söylese de, olayın ölçeği “görmezden gelinmiş bir yapı” şüphesi yaratıyor. Cesetler neden saklandı? Yakılmadılarsa neden ailelere sahte küller teslim edildi? Bir krematoryum, bunca yıl boyunca bu kadar cesedi nasıl “fark edilmeden” biriktirebildi?
Kimi yorumlara göre, bu tesis yalnızca bireysel bir ihmalin değil, adli sistemle karteller ya da güvenlik aygıtları arasında oluşmuş gri bölgelerin bir sonucu olabilir. Resmî kayıtlara hiç girmeyen cesetler, ölüm nedenleri sorgulanmayan kişiler, yakılmadan teslim edilen sahte küller… Tüm bu unsurlar, olayın rastlantı olmadığını düşündürecek kadar çarpıcı.
Devletin Gölgesi, Halkın Sessizliği
Meksika’da askeri darbe geleneği yok. Ancak 2006 sonrası başlayan ordu merkezli güvenlik politikaları, sivillere yönelik hak ihlallerini artırdı. Askeri yetkili birliklerin gözaltıları, kayıp ihbarlarının soruşturulmaması, kimliği belirsiz cenazelerin hızla gömülmesi ya da “doğal ölüm” raporlarıyla dosyaların kapatılması, tüm bu zinciri sessizce inşa etti.
Ciudad Juárez’deki krematoryum bu zincirin halkalarından biri mi? Henüz net değil. Ancak gözlemciler, bu olayın bir sistem boşluğundan çok, sistemli bir örtme mekanizması olduğunu öne sürüyor. Belki de bu tesis, kayıp kişilerin yasal iz bırakmadan “yok edilmesinin” kolaylaştırıcı bir durağıydı. Bir anlamda devletin yükünü alıyor, kayıt tutmuyor, isim sormuyor, kül teslim ediyor.
Yasal Ama Şüpheli: Cesetlerin Arkasındaki Boşluklar
Bazı aileler, bu krematoryumda bulunabileceklerini düşündükleri yakınları için kimlik tespiti talep ediyor. Ancak uzmanlar, mumyalanmış cesetlerde DNA örneklemesinin son derece zor olduğunu belirtiyor. Bu da gerçeğin çok büyük kısmının artık kaybedildiği anlamına geliyor. 383 cesedin kaçı tanımlanabilecek, kaçı tanınmadan kayıtlara geçecek, kaçı için hiçbir zaman hesap sorulamayacak?
Yetkililer olayın “vicdansız bir sorumsuzluk” olduğunu söylüyor. Fakat kamuoyu, bu kelimelerin ardında daha büyük bir suskunluk olduğunu hissediyor. Bu olayda asıl eksik olan şey ne adli belge, ne kayıt, ne de DNA; eksik olan şey şeffaflık ve siyasi irade.
Krematoryumun Sessizliği, Gerçeğin Çığlığı
Ciudad Juárez’deki krematoryum skandalı, sadece cesetlerin değil, bir ülkenin adalet anlayışının da mumyalanmış halini gözler önüne serdi. Bu ölü bedenler, sistemin boşluklarında yıllarca sessizce bekledi. Ve sonunda, kötü bir koku onları ifşa etti. Fakat geriye yanıtlanmamış onlarca soru kaldı:
Bu cesetler neden gerçekten yakılmadı?
Kimliği neden saklandı?
Devlet neden bu kadar uzun süre sustu?
Ve en önemlisi: Bunlar yalnızca “ihmal edilmiş” insanlar mıydı, yoksa bilinçli olarak silinenler mi?
Gerçekler sessiz olabilir. Ama bu sessizlik, bir ülkenin adalet terazisini sonsuza dek sarsacak kadar ağır olabilir.
Haber: Cavit Yoldaş
2 Temmuz 1993’te Sivas’ta gerçekleşen katliam, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en karanlık ve tartışmalı olaylarından biridir. Madımak Oteli’nde gerçekleştirilen bu saldırı, Alevi toplumu başta olmak üzere toplumsal hafızada derin izler bırakmış; devlet-toplum ilişkileri, din ve mezhep temelli ayrışmalar, ifade özgürlüğü ve insan hakları alanlarında geniş yankılar uyandırmıştır. Bu araştırmada, Sivas Katliamı’nın tarihsel kökenleri ve sosyolojik boyutları incelenerek, günümüz Türkiye’sine etkileri ele alınacaktır.
Sivas Katliamı, Türkiye’nin yakın tarihindeki dinî, kültürel ve politik gerilimlerin bir sonucudur. 1980’ler ve 1990’larda yükselen kimlik politikaları, Alevi-Sünni ayrışmasını keskinleştirmiştir. Aleviler, tarih boyunca Osmanlı ve Cumhuriyet döneminde kimi zaman ayrımcılığa ve dışlanmaya maruz kalmış, devlet politikaları ile toplumsal yapının çoğunluğunun mezhebi kimliği arasındaki uyumsuzluk nedeniyle hak taleplerinde bulunmuştur.
Madımak Oteli’nde toplanan Alevi aydınlar, sanatçılar ve yazarlar, Pir Sultan Abdal kültürünü kutlamak üzere bir araya gelmiş, ancak dışarıdaki radikal unsurların organize ettiği saldırı sonucu 33 kişi yaşamını yitirmiştir. Katliam, devletin olay karşısındaki ihmali ve sonrası yürütülen hukuki süreçlerdeki yetersizlikler sebebiyle hafızalarda “faili meçhul” ve “cezasızlık” algısıyla yer etmiştir.
Sivas Katliamı, Türkiye’deki toplumsal kimlik siyaseti ve mezhepsel kutuplaşmanın en trajik örneklerinden biridir. Alevi kimliğinin görünürleşme çabaları ile çoğunluk Sünni toplumun tepkisi arasındaki çatışma, derin tarihsel ve sosyolojik köklere dayanmaktadır. Katliam, bu kimlikler arası gerilimi görünür kılmış ve mağdur kimliklerin devlete olan güvenini zedelemiştir.
Katliam sonrasında devletin tutumu ve hukuki süreçlerde yaşanan aksaklıklar, toplumdaki adalet beklentisini karşılamamış; bu da devlet ile azınlık gruplar arasında uzun süreli güvensizlik oluşturmuştur. Bu durum, sosyolojik olarak Türkiye’de toplumsal barış ve çoğulculuk perspektifinin gelişmesini engelleyen bir bariyer olmuştur.
Olayın ardından medya kuruluşlarının bazı kesimleri provoke eden yayınları, halk arasında gerilimi artırmış; medyanın sorumluluğu ve tarafsızlığı Türkiye’de kamuoyu tartışmalarının odağı haline gelmiştir.
Sivas Katliamı, Alevi toplumu için kolektif travma ve direniş sembolü haline gelmiş, her yıl anma törenleri ile hatırlanmaktadır. Bu hafıza, Türkiye’de toplumsal barışın ve eşit yurttaşlık haklarının sağlanması yönünde önemli bir çağrı olarak devam etmektedir.
Günümüzde Sivas Katliamı’nın yankıları, özellikle Alevi kimliği ve hak taleplerinin kamu gündeminde yer almasına neden olmaktadır. Katliam, Türkiye’de kimlik temelli ayrışmaların azaltılması ve çoğulcu toplum yapısının güçlendirilmesi ihtiyacını vurgulamaktadır.
Katliamın ardından geçen uzun yıllar içerisinde yapılan yargılamalar ve devletin tavrı, insan hakları alanında Türkiye’nin uluslararası itibarını etkilemiş; aynı zamanda devlet politikalarında reform taleplerini tetiklemiştir. Ancak hukuki süreçlerin tam anlamıyla tatmin edici olmaması, hukukun üstünlüğü ve adalet kavramlarının toplumsal kabulünü zorlaştırmıştır.
Sivas Katliamı’nın ardından sivil toplum kuruluşları, insan hakları örgütleri ve bazı politik aktörler arasında toplumsal barış, hoşgörü ve mezhep farklılıklarının diyalog yoluyla çözülmesi yönünde artan bir çaba gözlemlenmektedir. Bu, Türkiye’de demokratikleşme ve insan hakları gelişimi için kritik bir alan olarak değerlendirilmektedir.
Sivas Katliamı, tarihsel süreçte dinî ve mezhepsel ayrışmaların en acı örneklerinden biri olarak, Türkiye’nin sosyal dokusunda derin etkiler bırakmıştır. Hem devlet-toplum ilişkilerinde hem de toplumsal kimliklerin inşasında dönüm noktası olmuştur. Günümüzde hala hafızalarda canlı kalan bu olay, Türkiye’de demokratikleşme, eşitlik ve toplumsal barış mücadelesinin önemli bir referans noktasıdır. Bu nedenle, Sivas Katliamı’nın tarihsel ve sosyolojik boyutlarının doğru anlaşılması, geleceğe yönelik sağlıklı toplum inşası için gereklidir.
Basına yansıyan içeriklerde ağırlıklı olarak kriminal olaylar, yapay siyasi tartışmalar veya bireysel trajediler yer buluyor. Ancak kamuoyuna sunulan bu seçme içeriklerin, asıl gündemi gölgelemek amacıyla kullanıldığına dair güçlü göstergeler bulunuyor.
Sürekli güncellenen ve birbirini hızla unutturan haber akışı, halkı yalnızca pasif bir izleyiciye dönüştürüyor. Oysa sistemin arka planında çok daha önemli değişimler yaşanıyor: ekonomik yönlendirmeler, hukuki düzenlemeler, medya sahiplik yapısındaki kaymalar ve bilgiye erişimi sınırlandıran yeni uygulamalar. Bunların hiçbiri haberleştirilmiyor ya da detayları verilmiyor.
Görsel medyada kullanılan çarpıcı başlıklar ve profesyonelce hazırlanmış görsellerle gerçeklik yeniden inşa ediliyor. Bu yöntem, izleyici üzerinde sahte bir farkındalık etkisi yaratıyor. Gerçek sorunlara dair sorular sorulmuyor; sorgulayanlar, “gündem dışı” ilan ediliyor.
Bir dönem gazetecilik yapmış, adı açıklanmayan bir medya çalışanı şu ifadeleri kullandı:
“Manşetlerin nasıl yazıldığını gördüğümde artık hiçbir şeye güvenememeye başladım. Olaydan çok hangi çıkar grubunun ne istediği konuşuluyor. İzleyiciye sunulan şey gerçek değil; planlanmış bir dikkat dağıtma operasyonu.”
Uzmanlar, sistemin artık “hikâye değil, görüntü” sattığını söylüyor. Olayların içeriği değil, hangi sahnenin kullanılacağı, hangi açının tercih edileceği, hangi cümlenin başlık olacağı belirleyici unsur haline gelmiş durumda. Bu da halkı, yaşananın yalnızca seçilmiş bir versiyonuyla baş başa bırakıyor.
“İnsanlar yalnızca görmeleri isteneni görür. Kamera döner. Kırpılmış bir sahne. Doğru açı. Sesler temizlenir. Gerçek? Dış sesin söylediğidir artık.
“Görünenin ardındakini sormayan bir medya düzeninde, en büyük haber artık “haber”in kendisidir.
Ortadoğu, tarih boyunca büyük çatışmalara sahne oldu. Ancak son haftalarda yaşanan İran–İsrail savaşı, sadece iki ülkeyi değil, tüm bölgeyi ve küresel dengeleri derinden etkileyen yeni bir dönemeç olarak öne çıkıyor. Kısa ama yoğun geçen 12 günlük çatışma, bölgedeki mezhep, ideolojik ve jeopolitik gerilimleri yeniden alevlendirdi.
İsrail, İran’ın nükleer tesislerini, askeri üslerini ve komuta merkezlerini hedef alan kapsamlı hava operasyonları düzenledi. Bu saldırılar yüksek hassasiyetle planlandı ve güçlü istihbarat desteğiyle gerçekleşti. İran ise misilleme olarak yüzlerce balistik füze ve drone saldırısı yaptı; Tel Aviv, Hayfa ve Be’erşeba gibi büyük şehirler hedef alındı. Hastaneler ve sivil yerleşim alanlarında ciddi zararlar meydana gelirken, binlerce masum insan çatışmanın acı bedelini ödedi.
Bölgede yaşanan karşılıklı saldırılar, ağır can kayıplarına yol açtı. İran tarafında 600’den fazla ölüm ve binlerce yaralı bildirildi. İsrail’de ise yaklaşık 28 kişi hayatını kaybetti, onlarca yaralı bulunuyor. Bu yıkıcı çatışma sadece sahadaki dengeleri değil, aynı zamanda Ortadoğu’nun jeopolitik yapısını da köklü biçimde sarstı.
12 gün süren çatışmaların ardından, ABD’nin arabuluculuğuyla taraflar Haziran 23’te geçici bir ateşkese imza attı. Ancak raporlar ateşkesin kırılgan olduğunu ve ihlallerin devam ettiğini gösteriyor. Bölgede gerginlik sürüyor ve yeni çatışma riskleri hâlâ yüksek.
Bu savaş, sadece askeri güçlerin çatışması değil; derin tarihsel ve sembolik anlamlar taşıyor. Kendi değerlendirmeme göre, bu çatışmayı “Mehdi ve Mesih Savaşı” olarak nitelendiriyorum. İslam’da Mehdi, adaleti tesis edecek kurtarıcı figürdür. Yahudi ve Hristiyan inançlarında ise Mesih, insanlığı aydınlığa çıkaracak beklenen kurtarıcıdır. İran kendisini Mehdi’nin destekçisi, İsrail ise Mesih’in topraklarındaki bekçisi olarak konumlandırıyor. Böylece bu çatışma, inançların, ideolojilerin ve medeniyetlerin bir hesaplaşmasına dönüşüyor.
Son haftalarda yaşanan saldırılar, kutsal metinlerde yazılı kaderin sahnelenmesi gibi yorumlanabilirken, diplomatik kanallar tıkanmış durumda. Taraflar birbirini yok edici güçlerle tehdit ederken, bu gerilimin sadece iki ülkenin çıkar mücadelesi olmadığını, aynı zamanda küresel güçlerin de bu sembolik savaşın parçası haline geldiğini düşünüyorum.
İran ve İsrail arasındaki bu kritik mücadele, dünya sahnesinde yeni bir kutuplaşmanın habercisi olabilir. “Mehdi ve Mesih Savaşı”nın geleceği, sadece bölge halklarının değil, tüm insanlığın kaderini etkileyecek önemli bir dönüm noktası olarak görülüyor. Bu tehlikeli hesaplaşmanın nasıl sonuçlanacağı ise zamanla netlik kazanacak.